Menel
- MH

- 16 Oca
- 8 dakikada okunur
Zeytin Ağacının Hissettirdikleri - 2
Menel
Gözyaşlarım usulca süzülüyordu. Doğanın hunharca yok edilişine karsı, içimde derin bir öfke vardı. Bu yıkıma destek olan pervasız tutumlar, içimde acı bir iz bırakıyordu. Bir yanda, genç bir kadının hayatta kalma mücadelesi… Öte yanda, sanatın direnme arzusu içimi sarıyordu. Yaratıcılığın o büyülü sınırlarına hayranlığım, duygularla harmanlanıyordu. Tüm duygular iç içeydi.
Hepsi, iç içe geçmiş bir düğüm gibi kalbimin ortasında birleşmiş, gözlerimden taşarak süzülmüştü. Kirpiklerimi terk eden her bir damla, yanaklarıma dokunduğunda bambaşka anlamlar taşıyordu: bir kaybın, bir özlemin sızısı, bir sitemin ağırlığı, bir direnişin sessiz haykırışı.
Kalbim sıkışmıştı. Küçülmüş, içinden çıkılmaz bir acı yumağına dönüşmüştü.
O an... her şey susmuştu.Ben yalnızca durakalmıştım.

Öyle ki nerede olduğumu, buraya neden geldiğimi dahi unutmuştum. Zaman zaman kendimi molozların altında ezilmiş bir beden gibi hissediyor, kimi zaman da hayatta kalanların gözlerindeki kurtuluş ışığında yeniden sancılarla doğuyordum. Bir anda, enkazın boğucu karanlığında nefessiz kalmış, bir sonraki anda yaşamın yeniden filizlendiği bir tebessümde can bulmuştum.
En çok — yüzyıllar boyunca korunmaya çalışılan bir medeniyetin, yalnızca bir tablonun yüzeyine sinmiş silik izlerinde kaybolmanın tarifsiz acısını taşıyordum.İçime çöreklenen o ağırlık, sessiz, yakıcı, derin bir yas gibi yayılıyordu ruhuma.
Şehri adımlarken, ansızın karşıma çıkan rengârenk mozaikler beni içeriye, bilinmeyen bir dünyanın eşiğine davet etti. Gördüklerim karşısında hayretim büyürken, hangisine bakacağımı bilemez olmuştum. Zihnim bu görsel zenginliğin ihtişamını algılamakta zorlanıyor. Her detayda başka bir hikâye, bambaşka bir çağ saklıydı. Renklerin ahengi içimde coşkulu bir kıpırtıya dönüşmüş, kısık/ boguk iç sesim “Ah, ben neredeyim?” diye fısıldamıştı.
Geniş, yemyeşil bir bahçeydi burası; yer yer nar ağaçları yükseliyor, çiçekler binbir renge bürünerek toprağı nakış gibi işliyordu. Bahçede dört masa vardı — her biri kenarlara yerleştirilmiş, ortadaysa özenle hazırlanmış bir baska masa daha... Üzerinde sanat eserleri sergileniyordu; her biri başka bir dünyanın kapısını aralıyordu.
Renk cümbüşü, ahenk fırtınası...Göz kamaştıran, yüreği titreten, hayranlığı içten içe büyüten o büyüleyici hâl...
Bahçenin girişinden hemen sola uzanan incecik bir patika, beni usulca yolun sonundaki köşeye yönlendirdi. Orada, geçmişle bugün arasında kurulmuş gizli bir köprüyü ansıtan, davetkâr bir masaya vardım.
Etrafım, her biri kendi içinde bambaşka hikâyeler fısıldayan eserlerle çevriliydi. Anlatılanlar kelimelere sığsa da, içerilerindeki güzellik öyle derindi ki tanımlanması neredeyse imkânsızdı.Bazıları, en dayanılmaz acıların üzerine usulca serilen bir merhem gibiydi; bazılarıysa gözleri bir bayram yerine çeviren bir sevinç seli…Kimi eserler, yüreğimin derinliklerinde usulca bir kıvılcım yakıyor, kimileriyse medeniyetin sessiz ama vakur simgeleri olarak karşımda dimdik duruyordu.
Renkleriyle ve zarafetiyle içime derin bir huzur bırakan esere doğru yürüdüm. Adımlarım yaklaştıkça ağırlaştı; eserin karşısına geçtiğimde ise neredeyse yerime mıhlanmış gibi kaldım. Elimle dokundum, acaba taşınabilir mi diye düşünerek... Taş mozaiklerin o büyüleyici anlatımı, sanki sadece gözlerime değil, ruhuma da işliyordu.
Bir sokağın huzuru ve güzelliği…Bu kadar mı derin, bu kadar mı etkileyici aktarılabilirdi?Gözlerimi alamadım. Bakışlarım öylesine sabitlenmişti ki, hemen yanında yer alan devasa ve olağanüstü eseri fark etmem bile zaman aldı. Güzelliğin içinde, zaman adeta durmuştu.
Tam o sırada, masanın kenarında duran bir kadın usulca yaklaştı. Kırk beş yaşlarındaydı. Orta boylu, narin yapılıydı. Beline kadar uzanan, hafif dalgalı siyah saçları rüzgârla usulca salınıyor; siyah kaşları, derin bakışlı kara gözleri, açık alnı ve buğday teniyle doğal ama çarpıcı bir güzellik taşıyordu.
Gözlerinde yalnızca estetiğin değil, aşkın bütün türlerinin—sanata, insana, doğaya ve adalete duyulan tutkunun—yansıması vardı. Aynı zamanda, isyanın ve direnişin en yoğun, en derin ifadesi…Bakışları, sanki içimdeki her duygunun izini taşıyordu. Onu ilk kez görüyordum, ama o an... sanki yıllardır içimde sakladığım acıları, sevinçleri, özlemleri sezmişti.
“Bu eserdeki sokak,” dedi, sesi hem sıcak hem de çok uzaklardan, yorgun bir hüzünle yüklüydü, “benim en zor zamanlarımda gidip nefes alabildiğim bir yerdi.”
Göz göze geldik. Bakışları, söylediklerinden çok daha fazlasını anlatıyordu.“Şimdi, bu gördüklerin yıkıldı,” diye devam etti. “O yüzden bu mekânı bu şekilde yaşatmak istedim. Burası… Hatay’da bir sokaktı.”
O tablonun içindeki sokağın artık var olmadığını öğrenmek...İçimi dağladı.O güzelim yerin yerle bir edildiğini duymak, tarifsiz bir yıkımdı.
Acısını hissetmemek mümkün müydü?Ne gözyaşlarım susabildi ne de kalbim.
Depremden önce Hatay’a gitmiş, o sokakları adımlamıştım. Bildiğim birkaç mekânın akıbetini ondan öğrenmek istedim. Belki de asıl isteğim, bu ortak yas üzerinden bir köprü kurmaktı aramızda.Sorduğum sorulara verdiği yanıtlar, duymaktan hep kaçındığım o acı gerçeklerdi. Her biri, kalbimde yeni bir boşluk açtı. Gözyaşlarım sessizce o yanıtların etrafında dolaştı; her biri için ayrı ayrı döküldü.
O an…Duygularımız, sanki aynı anda denize dökülen iki ırmak gibi birleşmişti—birbirini tanıyan, aynı kaynaktan doğup aynı sessizliği paylaşan iki su gibi.Sözsüz bir anlaşmayla, acının evrenselliğini yeniden tarif ediyorduk.Aramızdaki diyalog gitgide derinleşti; kelimeler artık sadece ses değil, anlam taşıyordu.
“Hataylı mısın?” diye sordum.
“Hayır,” dedi. “Ama oradan geldim. Kendimi 'Dünyalı' olarak tanımlıyorum.”
Bir an duraksadım. Cümlesindeki sade ama derin hakikati içimde yankılanarak karşıladım.
“İsmini öğrenebilir miyim, lütfen?” dedim.
Genç kadının yüzü hafifçe aydınlandı, gülümsedi. Gözleri, birden parlayan bir deniz gibi ışıldadı.“Menel,” dedi.Ben de memnuniyetle adımı söyledim. Aramızda bir adım daha atılmış, bir bağ daha kurulmuştu.
Duruşundaki direnç, bakışlarındaki o tanıdık ışık içimi etkilediği için sormadan edemedim:“Doğduğun yer neresi, Menel? Bugüne dek nerelerde yaşadın?”
Sıcak bir tebessümle anlatmaya başladı:“Libya’da doğdum. Çocukluğum Gana’da geçti. Arabistan’da yaşadım. Ailem Türk mutfağı işletiyordu, bu yüzden Türkiye ile hep bağımız vardı. Sonra Hatay’a gelip yerleştim. Orada mozaik çalışmaları yaptım.”Bir an durup, gülümsedi.“İşte bu yüzden kendimi sadece bir ülkeye ait hissedemem. Ben Dünyalıyım,” dedi.
Onun merak ettiği cevabı usulca paylaştım:“Ben Türkiye’de doğdum, büyüdüm ama yıllardır Hollanda’da yaşıyorum.”
Menel, derin ve anlayışlı bakışlarını üzerime çevirdi. Sanki neden ülkemden ayrıldığımı bilirmişçesine baktı, gözleriyle içime dokundu ve yumuşak bir sesle, "Sen acının ne demek olduğunu anlıyorsun… Gözlerinden okuyorum," dedi.
O an kelimeler sustu.Gözler buluştu.Yürekler birbirine yaklaştı.Aramızda anlatılamaz bir sükûnet doğdu; bir tür içsel tanışıklık.
Sonra yeniden, o kendine özgü sesiyle sessizliği bozdu:“Biliyor musun, yaşadığım toplumlara hep ters düştüm.Bir kadın olarak karakterim farklıydı. Rengârenk, sıradışı, cesur...Elbiselerim, ayakkabılarım, hatta çoraplarım bile birer renk cümbüşüydü.O renkli çorapları giymek, yıllar boyunca verdiğim inatçı bir mücadelenin parçasıydı.Aykırıydım, sıradanlığın çok ötesindeydim.Diğer kadınlara benzemiyordum. Bu yüzden farklılığımla yaşamanın ağırlığını hep omuzlarımda taşıdım.Ama en çok da... o küçük, çocukça görünen ama ruhumun simgesi haline gelen renkli çoraplar için verdiğim mücadele... İşte o, beni ben yapan hikâyeydi.”
Onu dinlerken, eserlerinde gördüğüm bütün detaylar, onun ruhunun izdüşümü olarak gözümde yeniden şekillendi.
İşte bu yüzden, Menel…
Duruşunda, bakışlarında, kelimelerinde, isyan eden bir kadının tüm gücünü taşıyordu.Onu yalnızca gözlerimle kucaklayabildim; kelimeler yetersizdi.Ve içten bir hayranlıkla, yalnızca şunu diyebildim:“Bu kadar yaratıcı olman… işte tam da bundan.”
Ben hâlâ o sokak resmine esir düşmüşken, Menel usulca yanına çağırdı beni.
Elini nazikçe uzatıp elimi tuttu. Birlikte yuruduk, neden sonra devasa bir eserin önünde durdu.“Bunu da ben yaptım,” dedi.Sesi sakindi ama içindeki gurur, eserin tüm ihtişamıyla birlikte apaçık görünüyordu.
Bir gözümü geride bırakır gibi, hâlâ ilk eserin büyüsünden çıkamamışken, Menel’in yeni çalışmasına doğru adımlarımı ağır ağır sürükledim. Sanki o ilk resim, içimde bir parça bırakmıştı; hâlâ oradaydım, ama bedenim başka bir eserin önünde duruyordu artık.
Karşımda, 165 santimetre yüksekliğinde, 125 santimetre eninde ve en az 7 santimetre derinliğinde bir beton yüzeye işlenmiş devasa bir zeytin ağacı duruyordu. Sapsarı buğday başaklarıyla kaplanmış geniş bir tarlanın ortasında, yalnız ama dimdik duran ulu bir ağaç…
Gövdesi kalındı, yaşlı ve bilge bir varlık gibi kıvrımlar içinde katman katman yükseliyor, birbirine sarılan damarlarıyla hem köklerine tutunuyor hem de dallarını gökyüzüne taşıyordu.
Kabuğunda, yılların sessiz tanıklığı vardı; geçmişin izleri, bir romanın harfleri gibi işlenmişti üzerine.
Bir adım daha yaklaştım. Her taşın yerleştirilmesinde duyulan sabri, titizliği ve sevgiyi düşününce hayranlığım arttı. Bu esere gösterilen emeği gözümde canlandırmakta zorlanıyordum.
Menel, sessizliğimi sezmişçesine konuştu:
“Bu tablo Hatay’ı simgeliyor…”
“Neden zeytin ağacı?” diye sordum, sesim duyduğum hayretin içinden süzüldü.
Bir an durdu, gözleri uzaklara daldı, sonra usulca anlatmaya başladı:
“Depremden önce, müze müdürü benden Hatay’da açılması planlanan el sanatları müzesi için, kenti simgeleyen bir mozaik çalışması yapmamı istedi.
Üç ay boyunca düşündüm: ‘Hatay’ı en iyi ne anlatır?’ diye.
Cevabı bir türlü bulamıyordum. Umutsuzluğa kapıldım, belki de bu görevi yerine getiremeyeceğimi düşünmeye başladım.
Tam o sıralarda, bir gece bir rüya gördüm.
Rüyamda bu zeytin ağacını gördüm.
Bir kadın, ağacın önünde oturmuş, onunla konuşuyordu. Ne söylediklerini duymuyordum, kim olduğunu da bilmiyordum. Ama o görüntü… içime kazındı.
Sabah uyandığımda içimde derin bir netlik vardı: ‘İşte bu,’ dedim.
Hatay’ı anlatacak şey, bu ağaçtı.
Çünkü zeytin ağacı, tüm kutsal kitaplarda yer alır; hepsinin ortak paydasıdır.
Tıpkı Hatay gibi… Farklı inançların, kültürlerin, seslerin bir arada var olabildiği yerdir.
Bu yüzden dedim ki: ‘Hatay’ın sembolü, medeniyetin ve direncin simgesi bu zeytin ağacı olmalı.’
Ve çalışmaya başladım.”
Sözleri hâlâ havadayken gözleri yeniden bana döndü.
“Rüyamdaki kadın… zeytin ağacına konuşan o siluet… Günlerce, haftalarca düşündüm. Kimdi o?
Bir türlü bulamadım.
Ta ki buraya gelene kadar.”
Gözlerindeki anlam derinleşti, ben ise artık onun bakışlarına kilitlenmiştim.
Titreyen sesiyle devam etti:
“Depremde, annem, ben ve bu eser… hepimiz yıkık evlerin altında kaldık.
Annem ve ben kurtarıldık. Ama bu kez, kalbim eserim için çarpmaya başladı.
Beş ay sonra, enkazların altından bu devasa eseri çıkarabildim.
Zeytin dallarının bazıları kırılmıştı.
Onları yeniden onardım. Ama artık yeşilin yerini kırmızı aldı—
Depremin acısını, kaybın ağırlığını, insanlığın sarsılmış vicdanını taşıyan bir kırmızı…
Bu renk, sadece pigment değil… bir hafıza, bir ağıt, bir semboldü.”
Bir an sustu. Ardından gözlerinde sönük bir karanlık belirdi.
“Orada yaşadıklarım, insanlığın utancını tarihime kazıdı.
Rengârenk kişiliğim—elbiselerim, çoraplarım, saç bantlarım—acının karşısında soldu.
Depremin tozu, ölümün kokusuyla birleşti ve içimde bir karanlığa dönüştü.
Kendimi tanıyamaz olmuştum.
O isyankâr Menel… artık yas tutan bir bahardı.”
Bir an gözlerini kaçırdı, sonra yavaşça başını kaldırdı:
“Ne zaman ki yeniden mozaik çalışmaya başladım, işte o zaman kendimi tekrar bulmaya başladım.
Taşların dokusu, renklerin dili… hepsi beni yeniden inşa etti.
Her taş, elimde can bulurken, içimdeki karanlık biraz daha geriye çekildi.
Bu eserler… beni iyileştirdi.”
Sarsıldım. İçimdeki tüm direnç dağıldı, gözyaşlarıma sözüm geçmez oldu.
Birbirimize sarıldık; sanki yaşanmış acıları birbirimize dolayarak iyileştiriyorduk.
Menel, hafifçe başımı okşadı ve fısıltıyla,
“Seni daha fazla üzmek istemem,” dedi.
Benimse içimde hâlâ yanıt arayan bir soru vardı. Titrek bir sesle sordum:
“Peki… neden buraya geldin?”
Bir kez daha sustu. Sonra sesi ağır ama kararlıydı:
“Eşimden ayrıldım. İki oğlum var; onlara bakmakla yükümlüyüm.
Hatay’dan ayrılmak zorunda kaldım.
Hatay, mistik bir şehirdi. Kadın enerjisini taşıyan, insana güç veren bir yerdi.
Hoşgörünün, çeşitliliğin, içtenliğin sığınağıydı.
Ama doğanın ve insanlığın acımasızlığı, o enerjiyi enkazın altına gömdü.”
Bir an gözlerimiz yeniden buluştu.
Ve ekledi:
“Selçuk da mistik bir şehir.
Burada da kadın enerjisi var—Amazonlar, Artemis, Meryem Ana…
Enkaz altında kaybettiğimi sandığım o gücü, burada yeniden buldum.
Bu topraklarda yankılanan kadın sesi, bana yaşama tutunacak yeni bir nefes verdi.
İlham oldu. Taşları ahenkle yerleştirmeme neden oldu.
Bu yüzden buradayım.
Ve iyi ki geldim.”
“Buraya geldikten sonra anladım ki, rüyamda zeytin ağacıyla konuşan kadın aslında bendim,” dedi Menel, gözlerinde derin, sarsıcı bir parıltıyla. “Zeytin ağacı bana şöyle demişti: ‘Senin yerin, kadınların ruhuyla yoğrulmuş, onların bilgeliğiyle, sabrıyla, sevgisiyle harmanlanmış bu en eski en derin medeniyetler beşiği—Selçuk’tur, hiç kuşkusuz.’”
O an zaman yavaşladı. Sözcükler havada asılı kaldı, zeytin dallarının hışırtısı gibi kalbime dokundu. Menel’in gözleri parlıyordu; geçmişle bugün, düşle gerçek arasında bir yerdeydi. Bir adım geri çekilip masasına yürüdü. Döndüğünde elinde iki kitap ayracı vardı—her ikisinin de üzerinde ince ince işlenmiş zeytin dalı motifleri. Sessizce uzattı bana. “Bunlar senin,” dedi, fısıltı gibi bir sesle.
O an, içimden bir düşünce geçti usulca: Bu ayraçlardan biri onun hikâyesinin başına konacaktı, diğeri ise sonuna. Ama aradaki tüm sayfalar… işte onlar bana emanetti artık.
Telefon numaramı yazıp uzattım. Göz göze geldik. Ne bir söz gerekti, ne de uzun bir veda. Sessizce kucaklaştık. O an, kelimelerin söyleyemediği her şey vardı sarılışımızda.
Menel’in hikâyesi, usul usul içime yerleşti. Bir tohum gibi—toprağa sessizce düşen ama filizlenmeyi bekleyen bir umut gibi. Onun renkleri, dokunuşları, anlattıkları bende kaldı. Tablolarıysa… Onlar, Selçuk’un taş duvarlarında, rüzgârında, gün batımında yankılanmaya devam etti. Zeytin dalları onunla hâlâ konuşuyor olabilir. Ama artık o sesi ben de duyuyorum. Menel’in hikâyesi artık yalnızca ona ait değil—bizimle yaşayan bir bağ, zamana kazınmış bir iz.
Zeytin dalları onunla hâlâ konuşuyor olabilir.
Ama artık o sesi ben de duyuyorum. Ve biliyorum ki, Menel’in hikâyesi artık sadece ona ait değil—bizimle yaşayan bir bağ; zamana kazınmış bir iz, silinmeyen bir hatıra.
4 haziran 2025
Leyla Koseoglu

Yorumlar